her şey ben bebekken hiç susmuyorum diye, babamın emziğimi viskiye batırmasıyla başladı.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Kasım 2013 Cumartesi

Fakat büyüdük.

Aslında üniversiteye başlarken, ilk stajımı yaparken ya da üniversite biterken büyüdüğümü sanıyordum. Her seferinde ‘hayır lan şu an büyüdüm asıl’ diye kendimi telkin eder, büyümeyi bir marifet sanırdım. Bazen cidden geri zekalı oluyorum.


Bir yerden sonra ‘hayır ya o kadar da büyümedik’ kafasına erişmiştim aslında. Yaşıtlarım askere gidiyordu, evleniyordu. İlkokul arkadaşımın doğurduğunu bile öğrenmiştim. Ama son özgür yaz’ımdı. Güneş, deniz ve sarhoşluk vardı. Dostlar vardı. Büyümek cazip değildi.

Neticede hayatın getirisi, insanların normal olmamı beklemesi gibi bir dolu benzer sebepten ötürü gerçeklerle yüzleşmiştim.



Hayatımda yaşadığım hiçbir şey, iş hayatı kadar dengesizlik ve sonsuz gariplik içermemişti.

Ve bana göre iş hayatı kadar sallantılı ve stresli tek şey lunapark gondollarıydı.

Evet belli bir yaşıma kadar ‘bir kadın’ olarak, ayrıma karşı durma düşüncesini benimsemiş, bayan kelimesini kullananları elimden geldiğince uyarmış, pozitif ayrımcılıkla ilgili kitaplar okumuş, annemin ağzından seminerler dinlemiştim. Ama…

İş hayatında bunun savaşını canla başla vereceğimi hiç düşünmemiştim.

Bir tür kabulleniş yazısı bu aslında. Kabul ettim de boyun eğmiyorum diyelim.

Çabalıyorum.

Kazanıyorum da aslında ama tüketiyor. İnsanın enerjisini tüketiyor. Asıl yapman gereken şeylere ise enerjin kalmıyor. Sırf ‘kadın’ olduğun için iki kat daha fazla mücadele veriyorsun. Çünkü iş hayatına erkekler hakim. Çünkü sadece cinsiyetin bile bir konu için belirleyici olabiliyor bazı bazı.



Sıcak sıcak, taze taze bir örnek vermek gerekirse:
Kendi iş yerimde sırf hem yaşım küçük hem de kadın olduğum için bulaşıklarını yıkamamı isteyen bir adam var. Ben haftalardır bunun savaşını vermekteyim mesela.

Bu adam benim birimimde değil ve elli iki yaşında.

Bu adam bir amca.

Bu adam görüntü yönetmeni ve bir çoklar tarafından ‘kreatif’ olarak adlandırılan bir aciz aslında. Benden önceki sesini çıkaramayan kadınlara istediğini yaptırmış, sıra bana gelince duvara toslamış biri.

Yılmadım. Kadınlar hizmetçi değildir çünkü. Meslekleri cinsiyetlendirmek bana göre saçmadır. Herkese göre saçma olmalıdır. Ben toplumsal rollerinden vazgeçmiş biri olarak, özgür bir insan olarak, yaşıyorum. Bunu çevreme yaymaktan da gocunmuyorum. Dünyaları yakarım, kalp kırarım ama asla kendimden ödün vermem.



Neticede bu savaşı kazandım.
Büyük bir ailevi kriz yaşadığım halde, ailemdeki çok önemsediğim birinin yaşadığı haksızlığa içimin acıdığı günlerde bile beni köşelere çekerek sözle taciz eden bu adamı yendim. Her defasında daha da güçlenerek. En güçsüz halimde bile karşısında sağlam durarak. Gücüm bitse bile bunu sadece lavabo aynasında kendime göstererek. Belki biraz da telefonun diğer ucundaki anneme.

Ama ben kazandım. Ve artık kendi bulaşıklarını yıkıyor. Demek ki yıkayabiliyormuş. Demek ki bir şeyleri yalnızca ‘kadın işi’ olarak görmek körpe cahillikmiş.

Konu aslında bulaşık değildi anlatabiliyor muyum?

Konu hiçbir zaman bulaşık olmadı.

Konu hiçbir kadın için bulaşık olmamıştır şimdiye kadar.

Neticede bocalarsın, karnına ağrılar girer. Çözmek için zekice davranmak ve güçlü olmak gerekir. Ağlarsan yatağında ağlarsın ama orada sağlam durursun. Sağlam durmak zorundasın.

Büyüdük ama bunu hiç hayal etmedik. İstediğin çoğu şeye zamanının kalmıyor oluşu cidden garip ama alışılıyor. Mesela duş almaya üşendiğim zamanlar için günde en fazla bir kez pişmanlık duyuyorum artık.

Ve aslında oje sürmek büyük bir lüksmüş onu fark ediyorum.

Ne çok zamanım varmış ki tırnaklarıma Pikaçu desenleri yapıyormuşum lan.

Hey gidi günler.


p.s: yazının sonunda içime kaçan babaanneyi görmezden gelir misin? Tşk.





2 Kasım 2013 Cumartesi

Merhaba, göz kalemim aktığında pandaya benzerim ben.

Bugün metrobüs kapısına sıkıştığımda, hayatı sorgulamaya başladım.

İstanbul gerçekten ilginç bir şehir. Önümdeki adamın ensesinden başka hiçbir şey göremezken bunları düşünüyordum. Çok sevdiğin dostlar başka bir şehirde. O şehir küçük, yapılacaklar küçük, sokaklar küçük ama insanlar büyük. İnsanların kalpleri kocaman.

Burada ise önümdeki adamın ensesini izliyordum. Bir insanın ensesini izlemeye değecek miydi?

Bunları sorgularken durağa gelmiştik. Kapıya en yakın kişi bendim. Kapı açılınca, kapıyla tutunacak demirler arasına sıkıştım. Gerçekten ilginç anlardı.

Komikti.

Ama trajikti. Enseli adam çoktan gitmişti. En yakın dostum da yarın gidiyordu. Bu nasıl bir hayattı?

Sonra koştum. Adamı ensesinden tanıdım. Onu geçtim. Minibüse binip eve geldim.

İstanbul böyle bir yerdi.

Çalışırdın, dostlar gelirdi ama hemen giderdi, yollarda enselere bakardın.

Siyah göz kalemin aktığında, gözlerin iki siyah panda gözü gibi gözükürdü. Ve sen böyle bir yazı yazmaya ihtiyaç duyabilirdin.

Belki de böyle bir yazı okumak isterdin.

Sonuçta ne diyordu Mori: ‘varlığından hoşnut bir kertenkeleyle yarıştasın!’


İşte tam da İstanbul.




8 Eylül 2013 Pazar

Öncelik: Önce konulan yer.

İş hayatına atılmış bir genç kadın olarak -tam büyümemiş bir yetişkin de denebilir- kaleme aldığım ilk yazımdan herkeslere merhaba.

Ne yapacağımı bilemez halde, giysilerime korkuyla bakarak iş görüşmesine gidiyorum. Patronumla bir buçuk saat süren bir görüşme sonucunda işe alınıyorum. Hatta ‘o maaş bana yetmez ben şu kadar istiyorum’ diye fikir bile beyan ediyorum. Eylül’de gel başla diyor. Başlıyorum.

Başladım. Tam 22 yaş 10 aylıkken bir işim oldu. Mezun olduktan tam tamına 2 ay sonrası yani.


Beni tanıyan üç beş insanın bileceği ve senin de beş saniye içinde öğreneceğin üzere, iş hayatından her zaman korkan bir yapım olmuştur. Çünkü keyif düşkünü, boş oturmaya bayılan biriyim çocukluğumdan beri. Okula bile gitmezdim doğru dürüst. Şimdi sabahın 6.30’larında kalkıp işe nasıl gidecektim?


Dolayısıyla gergindim. İş yerim Kadıköy’deydi, ben Bakırköy’de. Ayrı köylerin insanıydık yani. Annemin bana hayatım boyunca yer yer hatırlatmasıyla: hiçbir şey çabalamadan elde edilemiyordu. Azmetmek başarmanın yarısıysa, ben azmediyordum.


Bir çok yaşıtım tatiline devam etti. Bir çok yaşıtım ne yaptığımla ilgilenmedi. Bir çok yaşıtıma göre gayet sıradan bir şey yapıyordum. Bir çok yaşıtıma göre çalışmak için daha çok erkendi, yeni mezun olmuştum. Bir çok yaşıtım genelde okuduğu bölümle ilgili işlere yöneliyordu. Ben toplum diliyle ‘reklamcı’ olacaktım.

Ne iş yaparsan yap tecrübe ve cesaret önemlidir. Ben bir haftada işimi bu kadar çok sevmemin nedeninin cesaretim olduğunu düşünüyorum. İyi ki tatilimi yarıda kesip, koca popomu kaldırarak Bartın’dan o iş görüşmesine gitmişim. Bu cesaretim ve konuya ilgim sebebiyle altı ay içinde yükselip, zam alacağımı söyleyen, iyi bir patronum var. Sağ olsun var olsun a dostlar.


Öss sonuçları açıklandığında; Arkeoloji bölümüne bir çok insanın aksine, cidden isteyerek gitmiştim. Ama sevemedim. Hiç sevemedim. Hatta nefret ettim. Kendimi arkeolog olarak tanımlamak istemedim. Hayatım boyunca sevmediğim bir işi, herkesin ameleymişiz gibi baktığı, hele ki Türkiye’de şartların ne kadar zor olduğunu bilerek yapmak istemedim. Zaten kendimi ifade edebileceğim bir bölüm de değildi. Bu yüzden ikinci üniversite olarak Sosyoloji’yi tercih ettim. Bol bol okuyordun, yorum yapabiliyordun, seçtiğin alana göre psikoloji bile içeriyordu. Tam bana göreydi. Bu işi almama da müthiş bir katkısı oldu. O yüzden tişikkirler aöf.

Gelelim yazının başlığına. Öncelikler. Kişiye göre, konuma göre, ruh haline bile göre değişebilen önceliklerimiz. Yeni başlangıç yaptığım, yeni insanlar tanıdığım, eskileriyle kırgınlık yaşadığım bir dönemde önceliklerin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım. Bir nevi geleceğe yatırımmış aslında öncelik. Önce neyi seçtiğin, önce neyi yaşayacağınla doğru orantılı olduğundan; bazen insanların bencillik yapabildiğini gördüm. Kırıldım. Onarılması güç bir şekilde kırıldım. Ama önüme bakmalıydım, işe yaramazlığı kanıtlanmış bir kişi yüzünden, tüm güzel şeyleri çöpe atamazdım. Önüme baktım. Benim önceliğim de iş oldu böylelikle. İşimde yükselip, başarılı bir iş kadını olmak oldu. Hem belki kitap da yazardım kim bilir? Her gün deniz otobüsünde karşılaştığım insanlarla dost olabilirdim. Onlar da sabah 6.30’da kalkıyorlardı. Kesin beni anlarlardı.


Çalışmak yorucu. Ama maaş olayı tatlış bence. Her zaman hayalimdi kendi ayakları üstünde duran, bağımsız bir kadın olmak. Bu adımı attığım için çok huzurluyum. Büyümemde emeği geçen kimsenin gözü arkada kalmayacak böylelikle.

Hepinizi seviyorum goçlar.

Not: allaaaam sen gıcır gıcır takım elbiseler giyip, dimdik işine yürüyen güzel adamları koru yarebbim. Ameno. 

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Büyüdükte ney oldu?

Yapacağım mesleğe ya da başvuracağım yüksek lisans programlarına bağlı olarak değişkenlik gösterse de; ömrümün en özgür, en kendim, en kalabalık, en yalnız ama en son yaz’ını geride bırakıyorum. ‘oh 3 ay tatil’ dönemini bitirip, ‘bayram haftasonuyla birleşiyor mu?’ endişesine geçiş yapıyorum muhtemelen.

Geçiş dönemlerini sevmiyorum. Çünkü ben netliği seviyorum. Berraklığı seviyorum. Bu yüzden İnkum’u çok seviyorum. Baki Abi’nin deyişiyle ‘İnkum Adamı Dövse de…’ Böyle bir sado-mazo ilişki içerisindeyim İnkum’la.



Bugün İnkum’a veda ettim ama birkaç gün sonra yapacağım iş görüşmesine kucak açmadım. Açamıyorum. Biri kollarımdan tutup benim yerime iş hayatını kucaklayabilir mi? Çünkü ben yetişkin hissetmiyorum. Ben 23 yaşına 2 ay kalmış bir çocuk gibi hissediyorum. Yoksa ben zurna mıyım ha?

O kadar tatlış bir yaz geçirdim ki, yazmak istediklerim birikti birikti ve tüm gerçekliğiyle içimde patladı. Bu yaz genel olarak gerçeklere bye bye deyip, anın tadını çıkarmaya yönelik hareketlerde bulundum. Bol bol sarhoş oldum, tiz ve kesik kesik olan kahkahalarımdan attım, bir masada kutlanabilecek ne kadar doğum günü varsa kutladım. Tüm yaz hiç sıkılmadan aynı masaya oturdum ve inan ki hayatımda hiçbir masayı bu kadar çok sevmedim.

Ben kendi gerçeklerimi kendimce yaşarken bir yandan da dedikodular, kırıcı söylemler ve düşüncesiz insanlar da dürtmeye devam ediyordu böğrümü. Geleneksel yaşamayan ben, geleneksellikten bir o kadar uzak, hatta çağdaşlığın ötesinde, Bartın sınırlarına sığamayan ailem ve kişisel zevklerim. Ve bizim dedikodularımız. Beklenmedik haberler. Korkular. So? Yine de yıkılmadık ayaktayız.

He bir de bence insanın kurşun geçirmez dostları olması inanılmaz bir şey biliyor musun? Benim acılarımı bile benden önce göğüsleyen dostlarım var benim. Hatta bazıları 10 yıldan fazla süredir var. Yapabilsem hepsimi bağrıma basar, öyle devam ederdim yoluma.



İş hayatı beni korkutuyor, yenilik ve yeni insanlar beni geriyor, bir bilinmeze doğru çok hızlı bir şekilde yol alıyorum. Gerçekten de son sürat gidiyorum ve istediğim şeyin bu olup olmadığına emin değilim. Tamam biliyorum, kalbim ellerim kadar küçük değil. Orada da yaşarım, burada da. Her durumda ayaklarımın üstünde, tek başına duracak gücüm var. Ama bence o güç sonsuz değil ve tükenir diye korkuyorum. O gücü yanlış insanlara, yanlış adamlara ve yanlış olaylara harcıyormuşum gibi geliyor bana. Ah ulan ben ve yanlış adamlarım. Benim küçük adamlarım.

Neyse ben Mesut’un baktığı kahve falına inanmak suretiyle, üzüntülerimi ertelemek istiyorum. Çünkü Mesut da güzel.

Yüksek müsaadenle bir şehre daha veda ediyorum.


Hoşçakal Bartın, hoşçakal İnkum. 

30 Haziran 2013 Pazar

Vedalar doğru değil.

Bu odadan, bu yataktan son kez yazıyorum. Alıştığım şeyleri çok zor bırakıyorum. Ama bazen sadece bırakman gerekir. Sadece bırak.

Dört koca yılımı verdiğim bir şehir, bir okul geride kalıyor ve ben yarın hiçbir şey yaşanmamış gibi öylece gideceğim. Birden bire yani. Dramatize etmek istemiyorum ama zor be. Ben yenilik sevmeyen biriyim ve kendimi bir yetişkin gibi hissetmiyorum. Yetişkin miyik la biz şimdi?


Belki de en tatlı yaşlarımı burada yaşamışımdır. Şehri sevmesem bile güzel insanlar tanımışımdır. Belki benim de yüreğime dokunan şeyler olmuştur. Büyük bir aşk devirmişimdir, büyük insanlar kaybetmişimdir. Ve oldum olası vedalardan nefret etmişimdir.

Sanki keşfettiğim şarkıları, adamları, kadınları, saç renklerini burası olmasa keşfedemeyecekmişim gibi. Çok saçma aslında ama çok mantıklı. Bir düşünsene. Dört yıl hem çok uzun hem çok kısa. Olabilecek en tuhaf bölümlerden birinde, olabilecek en tuhaf hocalarla ve garip ilişkiler kurduğum ama farklı boyutlara taşıdığım arkadaşlarımla falan topluca böyle… Yaşadım. Bitti. Laboratuarda dört yıl boyunca yere kahve döküyoruz diye bize bağıran Hüsniye Abla’yla vedalaşırken ağlamamı neye borçluyuz mesela?

Bir insandan, bir evden, bir okuldan, bir şehirden gitmek ama aynı anda gitmek kadar saçma bir şey yok. Şu an evimizin neşe kaynağı koca götlü kedimiz Kırçıl’dan gitmek ya da… O yatağımın üzerinde yuvarlanırken benim gözlerim doluyor. Kırçıl beni unutma oğluşum. Mememde az uyumadın.


İzmit bana çok sayıda dost ve aşk katmadı belki ama ben oldum olası kalabalığı sevmem zaten. O yüzden bana kattığı üç beş dostum ve yaşattığı güzel aşk için bir teşekkür borçluyum ona. Belki hak ettiğim bir bölümde okumadım, hak ettiğim üniversite ortamını bir türlü yakalayamadım ama ben zaten hep olamayan şeyler sayesinde olgunlaştım. Her olumsuzluk bir farkındalıktır ne de olsa. Nirvanaya ulaşmamız an meselesi.


O yüzden hoşça kal İzmit, hoşça kal Kırçıl, hoşça kal çok güzel anılar yaşadığım minik balkon, hoşça kal kocaman yatağım, hoşça kal yahyakaptan’daki minik siyah köpek, hoşça kal ekmeği hep taze olan bıyıklı pastaneci abi ve güler yüzlü manav teyze, hoşça kal Ece Hocam, Evrim’im, Meltem’im, Gülşah’ım, Nihan’ım, Esin’im, Sirkan’ım, Ali Haydar’ım, Samet’im. Hayatıma çok geç dahil olsalar da hoşça kalın Simay, Pelin ve Seda.

Hoşça kal Mete.


Kimseyi unutmayacağım. Sayamadıklarım olsa da. Hepinizi çok seviyorum. ŞU AN DUYGULANDIM.


Başka şehirlerde görüşmek üzere!

dinlemeden ölme.

8 Haziran 2013 Cumartesi

Her gaz bulutu dağıldığında bizi daha kalabalık bulacaklar.

Okuyacağın en uzun yazım olacak, doğrular yüzüne çarpacak, karnın ağrıyacak hiçbir şey yapmadıysan. Hazır mısın?

31 Mayıs’la başlayan direnişimiz, aslında çoğumuz için belki de on yıllık zehrin dışa tükürülmesiydi.

Bizi bir kedi gibi köşeye sıkıştırmaya devam eden sözde büyüklerimiz, götlerini bu denli tırmalamamıza aldırmamışlardır umarım.

Gezi Parkı çıkışlı olan eylemimiz, özgürlüğümüzün sömürülüp, ‘hadi siz sadece şu alanlarda özgürsünüz, gerisi bizim’ yöntemiyle sözde demokrasinin, yalnızca kendi demokrasileri olmasına karşı bir ayaklanmadır. Sana oy vermememe rağmen senin kalkıp bana ‘senin başbakanın olarak emrediyorum; şunu giyme, şunu içme, şunu öpme, şuralarda ahlaklı davran’ şeklinde nutuk çekmene müsaade edemem. Ben hiçbir zulme boyun eğmeyen bir kadın olarak, sana da boyun eğmem. Herkes evlerine girse de çenemi kapamam, zira kimse evinden çıkmadan önce de çenemi kapamıyordum. Seni sevmiyorum. Git.

Bir ağacı, bir hayvanı geçtim; bir insanın bile yaşamına saygısı olmayan, zihni körelmiş siyaset babalarının tek derdi para ve ‘saltanat’ olmuştur bu ülkede. Okuyarak büyüdüğümüz hikaye kitaplarındaki ceplerinden para fışkıran, faşist, empatiden yoksun amcalar; hükümetin ta kendisidir işte a dostlar.


Sen kalkıp 21 milyon’luk biber gazını ‘ben bana oy vermeyenlerin de başbakanıyım, onları da çok seviyorum’ dediğin halkın kafasına gözüne sık, sonra da tehditle susturduğun kanallara çıkıp DÖMÖKRÖSÖ VÖR. BÖR AVÖÇ ÇAPÖLCÖYÖ KANMÖYÖN de.

Sayın başbakana sormak isterim: sizin avucunuz o kadar geniş mi gerçekten? vay canına O.o

Biz; Hes yapmak istediğinizde, kadın bedenine müdahale etmek istediğinizde, hayvanlar için ölüm yasası çıkarmaya çalıştığınızda, termik santral istemiyoruz diye boğaz patlattığımızda, eşcinsel-transseksüel hakları için yürüyüş yaptığımızda da aslında hep sokaklardaydık. Hep bağırdık, hep karşı çıktık. Ama siz kulaklarınızı tıkayıp ilahiler söylemeye devam ettiniz.


En iyi silahınız, hayatım boyunca zerre kadar haz etmediğim polislerdi. Polisler sizin robotlarınızdı. Robotlarınız insan öldürdü sevgili hükümet. Robotlarınız insanların gözlerini oydu, kollarını kopardı, kendi insanına gerçek kurşun sıktı. Robotlarınız gazlarıyla ciğerlerimizi yaktı. Anlatabiliyor muyum?


İnsandır. Aramızdakiler kendini tutamayıp küfürlü slogan attığında, zarar vermeye yönelik hareket ettiğinde de yine onları uyaran bizdik. Senin gibi, bir açık bulduğunda yok etmeye yönelik girişimde bulunan elma kurtları olmadık. Sen bana götünü dönmeye devam ettikçe, ben yanımdakilere daha sıkı sarılacağım. Bizden korktuğun aşikar çünkü. 17 yıldır tiyatro oyuncusuyum, beden dilinden az da olsa anlıyorum. Gerginsin, korkuyorsun, uykuların kaçıyor, konuştuğunda sesinin kısılmış olduğunu duyuyorum, bakışlarındaki telaşı görüyorum. Senin savunma mekanizman olmuş kulak tıkamak. Ancak kibirli ve cahil bir adam özür dilemekten korkup, milyonlara kulağını tıkar. Onun kitlesi de ancak dizi oyuncularına kafa tutar.


Ve yine onun kitlesinden örnek vermek gerekirse; oraya buraya trollük yapan, kendiyle de çelişen paragraflar döşeyip, ne yaptığını şaşırmış cahil bir kesim türedi sosyal medyada. Kendi gözlerimle görmesem buraya yazmazdım. Bu insanların farklı farklı cümlelerinden oluşan bir paragraf hazırladım, okumaz mıydın:
‘80 yıldır bu ülkede bir gelişme olmamıştır.’ ‘Siz batı hayranısınız.’ ‘mini etekli kızlar eylem yapar sadece.’ ‘öl de ölelim padişahım (rte’ye diyor)’ ‘laikçi’yi tersten okuyun, anlayın bu da mı tesadüf?’ ‘rte’yi karşılamaya yüz bin kişi gitti (asıl sayı on bin bile değil)’

Lan göbeğimi hoplatarak güldüm ha.

Biz alanlara çıkarken, biz balkonumuzdan tencere-tava çalarken, biz sosyal medya’da polislerin dövdüğü arkadaşlarımız iyi mi diye dayanışırken; bize kimse sms ile çağrı yapmamıştı sevgili devlet büyüklerim. Hiçbir örgüte mensup değiliz. Bir partiyi değil, kendimizi temsilen sokağa çıkan insanlarız biz. Bundandır slogan atarken ‘taksim’ yerine ‘tayyip’ şeklinde şaşırmayışımız. O sloganlar öğretilen değil, yürekten fırlayan sloganlardır. Bu yüzden o kadar etkilidir. Bu yüzden uyutmaz sizi… uykularınızı kaçıran benim yüreğimdir. Kendimi o kadar çok seviyorum ki bu yüzden.

Bu süreçte içimde umut yeşermesine (aman buraya da avm yapmayasın, hiç tavsiye etmeyiz annem) neden olan bir diğer gözlemim de şudur: çok iyi anladım ki, 22 yıllık hayatımda kendime çok güzel dostlar seçmiş, çok doğru insanların müziğini dinlemiş, çok doğru adamların esprilerine gülmüş, çok doğru tiyatro oyunları izlemiş, doğru kişileri hayatımdan şutlamış ve en önemlisi de olabilecek en doğru ailede doğmuşum. O kadar şanslıyım ki. Bunları fark etmeme sebep olduğun için sana teşekkür etmeliyim aslında akp hükümeti. Çünkü sayende bir Çarşı’lıyla ya da RedHack’li biriyle evlenme kararı aldım. Hep söyleriz ya; aşk örgütlenmektir.


Belki tutuklanmama neden olacak bu yazı, belki benim de ağzımı burnumu kıracak polisler evimi basıp. Olsun. Ben kendimi anlattım. Biz sesimizi duyuruyoruz. Hareketlerimizi kontrol eden tek şey beynimiz, makarna-kömür değil. Bir öğrenci olarak makarnanın kıymetini iyi bilen bir kadınım çünkü. Çuvalla makarna depolasan bile sana oyumu vermem, ben oyuna gelmem dostum.

Feminist, ayyaş, çapulcu, direnişçi kadından sevgilerle. 

24 Mayıs 2013 Cuma

‘Her şeyi kaplayabilecek denli ruhluca…’


Çok acı bir gerçekle yüzleştirmeye geldim seni. O kadar acı ki, ciğerin yanabilir. Baştan uyarayım ona göre oku ya da okuma.

Şimdiye kadar sevdiğin, öptüğün, güldüğün hiçbir insan senin için doğru insan değildi. Hiçbir eski sevgilin hayatının aşkı olmaya yaklaşamadı. Deli gibi sevdiklerin ama seni sevmeyenler de yanlıştı, seni deli gibi seven ama senin sevemediklerin de. Hepsi o kadar yanlıştı ki, seni kendinden bile uzaklaştırdı. Olmadı. Onlarla bir daha olamazdı da.

Doğru insan diye bir şey mümkünse bunu saç diplerinde hissedersin. Eğer şu an o insanın göğsüne yatamıyorsan, elini de tutamıyorsan; sen doğru insanı hiç bulmadın. Çünkü şu anda yalnızsın. Yanında biri yok.

Sen okyanuslar ortasındaki bir buzdağısın. Senin görünmeyen çok güzel yönlerin olabilir, pek çok gemiyi batırabilirsin ama yanında başka bir buzdağı olmadığı sürece, sen sadece tek başına bir buzdağısındır.



Bugün mezuniyet fotoğrafları çektirirken bir kez daha fark ettim. Benim yanımda bir buzdağı yoktu. Çok tatlı arkadaşlarım vardı, canımdan çok sevdiğim bir ailem vardı. Kendinden önce beni düşünen biri yoktu.

O çok tatlı arkadaşlarımdan ikisinin, yanlarında gözlerini parlatan ‘hayat parçaları’ vardı. Benim hayat parçam neredeydi? Erkek ya da kadın. Neredesin?

Yani tamam gelmeyedebilirsin ama umut verme bari.


Neyse diğer konuya geçecek olursam, ARKADAŞLAR MEZUN OLUYORUM ÇOH HEYECANLI DEĞİL Mİ SİZCE DE YENİ BİR HAYAT YENİ ARKADAŞLAR BİR İŞ BİR EV BİR SEN TEZER BİR BEN BİR DE BEBEK.

Şu an anlamış bulundun ki ben ciddiyetini en fazla 6 paragraf koruyabilen biriyim. Belki de sorun bu.

Ayrıca son 2 yıldır her yaz taşınıyorum. Hava 165 derece ve ben koli yapıyorum, oda topluyorum, nakliyatçı amcalarla muhatap oluyorum. MANYAĞIM ÇÜNKÜ. Değişiklikten ve sıcaktan hoşlanmayan bir ejderhayım. Her an alev püskürtmeye müsait bünyemle, bir iş, bir aşk, bir hayat arayışım var.

Ve en az rüyalarım kadar fantastik bir adamla dünyayı gezeceğim. 

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Dikkat dikkat.


1 Mayıs 2013 Çarşamba. Devlet halka savaş açtı. Devlet yolları kapadı, köprüleri kaldırdı. Gaz bombasını kurşun niyetine kullanan polisler, bir genç kızın kafatasını kırdı. Yüzlerce insan yaralandı. Arabalar, sokaklar biber gazları ve gaz bombalarıyla kaplandı. Taksim’de inşaat çukurlarına düşülmesin diye işçileri alana almayan devlet, halkın çukura düşmesindense kafataslarını kırmayı tercih etti. Siyasi otoriteler hiçbir şeyden korkmadı örgütlülerden korktukları kadar. Çünkü örgütlüler içlerinde kocaman bir güç barındırıyordu. O güç o kadar kocamandı ki; herkes tek yürek olabilse, hükümeti gök haritasından silebilecek kararlılığa sahipti. İçlerinde fabrika çalışanlarını, sanatçıları, tiyatrocuları, feministleri, lgbt üyelerini, hizmet sektörü emekçilerini barındıran bu güçten ölesiye korktular. Tayyip’in kuklası olan antihümanist polisler, insanları öksürükten gebertene kadar biber gazı sıkmayı tercih etti. Ben eminim ki kurban bayramı alanlarda kutlanan, eylem içerikli bir bayram olsa; sevgili devlet ağzını açmayacağı gibi, bedava otobüs-vapur seferleri düzenlerdi.









Bugün insanların sadece bedenleri değil, yürekleri de yaralandı. Bugün tarihe geçti. Kendi adıma şunu söyleyebilirim ki, yıllardır yapılan zulümlerin bir şekilde intikamını almadan ölmeyeceğim. Hiçbirinizden korkmuyorum.

Unutanlar için hatırlatma:

‘bu maskenin altında etten daha fazlası var.
bu maskenin altında bir fikir var..
ve fikirler kurşun geçirmez.
bize fikirleri hatırlayın dendi, adamı değil.
çünkü bir adam başarısız olabilir,
yakalanabilir, öldürülebilir ve unutulabilir.
ama 400 yıl sonra...
bir fikir hâlâ dünyayı değiştirebilir.
fikirlerin gücüne bizzat şahit oldum.
fikirler adına öldürülen ve
fikirleri savunurken ölen insanları gördüm.
yalnız;
bir fikri öpemez,
ona dokunamaz
veya onu tutamazsınız.
fikirler kan ağlamaz.
acıyı hissetmezler.
sevmezler. 
kimse geçmişinden kaçamaz.
kimse hüküm'den kaçamaz.
toplumlar, kendi devletlerinden korkmamalı.
devletler, kendi toplumlarından korkmalı. 

bina nasıl bir sembolse, onu yıkma eylemi de bir semboldür.
sembollere anlam kazandıran insanlardır.
tek başlarına semboller anlamsızdır ama yeteri kadar insanla...
bir binayı havaya uçurmak dünyayı değiştirebilir.
şiddet iyi amaçlar için kullanılabilir.
bu maskenin altında bir yüz var...
ancak benim değil.
ne altındaki kaslardan daha 'ben'dir o yüz...
ne de altındaki kemiklerden.
bu maskenin altında
etten daha fazlası var.
bu maskenin altında
bir fikir var!’ 


dinlemeden ölme.

7 Nisan 2013 Pazar

Ben de ismimin başına HTC koymaya karar verdim.


Bir şey söylemeyeyim dedim dedim yine kendimi tutamadım. Zaten biz bizim yörede kendini tutamayanlar olarak biliniyoruz sülalece.

3-4 dört yazımı okuduysan benim dinlere, ırklara, devletlere, faşizme ve milliyetçiliğe inanmayan bir yapım olduğunu zaten az çok anlamışsındır. Mücadeleden çok gösterişten yanaysan, çözümden ziyade sürü psikolojisine kapıldıysan ve her şeye göz yumup sadece spesifik olaylarda sesini çıkardım sanıyorsan; kusura bakma ama sana müdahale ederim. Seninle maytap geçerim. Ağzına acı biber sürerim.

Beni bu yazıyı yazmaya iten sayın T.C’ciler. İncisözlük’ün başlatmış olduğu bu sözde ‘ses çıkarma’ hareketine götümle güldüğümü belirtmek isterim. Çünkü bilincin yüreğinizde değil de facebook hesaplarınızda olmuş olduğunu görmüş oldum. Ay ilahi çok yaşayın emi!


Özellikle seslenmek istediğim bir kesim var ki, kaldıramayacaklarsa okumayı tam şu anda bıraksınlar. Şeyden bahsediyorum; hani biz kadın hakları, şiddet, çocuk gelinler, yıkılan sinema ve tiyatrolar, genç yaşta içeri atılan gençler için yazılar yazıp eylemler yaptığımızda götlerini geçtim parmaklarını bile kıpırdatmayan iki yüzlüler var ya hani. Bize: ‘klavye delikanlılığı yapmakla çözüm olmaz :)’ ‘ülkede daha önemli problemler var!!!’ ‘uğraşacak şey mi kalmadı?’ diyen minik kalpli insanlar, şu anda facebook isimlerinin önüne T.C ibaresini koyarak büyük bir yüce gönüllülük sergiliyorlar. Aferin size. Mükemmel ülkenin, mükemmel evlatları. Haydi hepimiz bayrak paylaşalım, oo yee yaşasın türkler. Harikayız biz ya, savaştık topraklarımızı kanla aldık, bu ülkede sadece biz yaşamalıyız…..


Akjdskjasf. Neremle güleceğimi şaşırmış durumdayım. Siz neysiniz bilmiyorum ama hümanist olmadığınız kesin. Bir de kesinlikle içten değilsiniz. Bence siz komiksiniz lan.

Not: Ben biliyorum ki facebook diye bir şey olmasaydı çıkıp gerekli mecralara başvurmaya üşenecektiniz siz.

Sakıncalı Not: Şu ülkede adam akıllı tek bir parti bile yokken, akp’ye oy vermiş insanların bile isimlerinin başına T.C koyduğunu gördüm ya…

Çözüm İçeren Not: Devrim yapalım desem ‘devlet memuru olamam, yakalanırım .s.s’ dersiniz e be köylü kızları.

Siz bir ulusun problemini alıp; cinsiyet, dil, renk, işsizlik, türban, camii sayıları, seksistlik, homofobi, toplumsal bilinç gibi konuların üstünde tutarsanız daha çok üzülürsünüz sevgili koyunlar. Olay daha derinden değişirken, siz buzdağının görünen yüzüne odaklanıp gemiyi batıracaksınız haberiniz yok.

Yarın otlamaya giderken iyi şanslar cnm bye :) 


25 Mart 2013 Pazartesi

Tez yazmak için bilgisayar başına oturmuştum sonra dedim ki: kimi kandırıyorum?


Buraya nasıl yazasım geldi. Herkesin göremeyeceği birkaç yere kötü olanları yazdım. Ama buraya iyi olanları saklamadım. Buraya ne sakladım bilmiyorum. Belki de hepsini içime gömmüşümdür. Bir başsağlığı dilemez miydiniz?


Çok güzel şarkılar dinlerken gaza gelir ya insan hani. Gaza geldiysem demek ki... Daha önce de söylemiştim sana. Bazen içime Carrie Bradshaw kaçtığı oluyor. O kadar açık, o kadar güzel, o kadar iyi yazamasam da; içimden her birinizin bilgisayar camından kafamı çıkarıp göz kırpmak geliyor.

Gören de sevgi patlaması yaşıyorum sanır. Halbuki herkes sevgilisiyle meşgul olduğunda bana ne yapmam gerektiği söylenmedi. Bende saçmaladım. Olay bundan ibaret yani.

Bu geceki konum: Bir insan aynı hatayı kaç kez tekrar eder? Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer mi?

Hiç sıcak yoğurt yemedim. Merak etmiyorum değil. Gerçi atasözlerinde mantık arasaydık eteklerimden zil düşmesi gerekirdi. O zaman daha çabuk uyanabilirdim.

Şarkılar bu kadar güzel olmasa daha çok saçmalardım bence. Çünkü şarkılar uzanmış ellerimden tutmuş. Aslında yumruk şeklinde birbirine kenetlenmişler. Yeter artık Hazalcım :) diyorlar. Ve bilgisayarımın elektrik kablosu sadece havada dururken çalışıyor. Çünkü temassızlık var.

Hayatımdaki şu temas sorununu halletsem diyorum önce. Çıkıp temas kurmalıyım. Temaslaşmalıyız. Temaslıklarımızı birleştirmeliyiz.

Yukarıdaki cümlede yazdığım hiçbir kelimenin altını çizmedin Microsoft Word. Şu an gerçekten seninle gurur duydum. Bir daha deniyorum. Temassızlaştıramadıklarımızdan mısınız? Oha gerçekten çizmedi.

Kendime bir söz verdim dün. Aynı hataları artık yapmayacaksın dedim. Kalktım karşıma oturdum ve dedim ki: bak anlıyorum yenilikten hoşlanmıyorsun, bu yüzden eskiden edindiğin alışkanlıklardan vazgeçemiyorsun ama artık eşek kadar kadın oldun. Aynı hataları yapma. Aynı şekilde davranma. Bir de bu kadar tembel olma. He bir de korkma. Değişim bazen güzeldir. Sadece kötü bir dönemden geçiyorsun. Tüm yaralar iyileşir, yeter ki saran birileri olsun.

Şimdi de kendime şu notu ekliyorum: Temas metaforunu güzel kullandın. Aferin kızım.

Gidiyorum. Değişip ejderha yavrusu olarak geri doğacağım. Çünkü çok sevdiğim Türkçecim bana kırmızı ejderha yavrusu demişti bir kez. Hiç unutmuyorum.


 Müthiş şeyleri asla unutmuyorum.

8 Mart 2013 Cuma

Bir gün sandın değil mi?


Bu yazıyı ne zamandır yazmak istiyordum. Ama kendimi hiçbir zaman yeterince bilgili hissetmedim. 365 gün bu işin içinde olan kadınlar da vardı. Yazmak bana düşer miydi emin olamadım. En sonunda denemeye karar verdim. Belki onların sesini sana ileten bir araç olurdum. Belki sen sandığın kadar bilmiyordun bu konuları. Okumaktan zarar gelmez. 8 Mart ve kadın hakkında anlatılacak çok şey var ama ben çoğunluğun bilmediği şeyler anlatmak niyetindeyim.

Annem ya da tanıdığım birkaç kadın gibi bu işin içinde istediğim kadar yer alamasam da, bildiğim ve araştırdığım şeyleri senle paylaşmak istiyorum. Öncelikle ‘kadınlar günü mü emekçi kadınlar günü mü?’ adlı tartışmayı aydınlığa kavuşturmak isterim. Karanlıkta kalmasın. ‘DOĞRUSU EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜDÜR ONUN!’ diye hava atan erkeklere de buradan şinanay olsun.


Bak dostum, herkesin bildiği gibi kadınlar gününün meydana çıkış şekli; 129 kadın işçinin, daha iyi çalışma koşulları için grev yaparken polisin müdahalesi ve barikatlardan kaçamaması nedeniyle yanarak ölmesidir. Daha uzun bilgi için çok basit bir kaynak önereceğim sana:

Türkiye’de ise ilk 1921 yılında ‘emekçi kadınlar günü’ adında kutlanmaya başlamıştır. Şahsi fikrim şudur: Mantıklı düşündüğün zaman emekçi olmayan kadın yoktur. Emekçi kadınları sadece işe gidip, genellikle hizmet sektöründe gözünde canlandırdığına ben adım gibi eminim. Yazının amacı bu yanlışlarını yüzüne çarpmak. Affet.

Bir kadının ‘emekçi’ olması için işe gitmesi gerekmez. Çocuğuna ve ya çocuklarına bakan, onları okuldan alıp bir de üstüne akşam yemeğini yetiştiren kadın da emekçidir. Okulda dirsek çürüten genç kadınlar da emekçidir. Şirketlerde sırf kadın olduğu için müdür unvanı alamayan ve bunun mücadelesini veren kadın, sokaklarda hakkını arayan yaşlı teyze de. Babası ayyaş olduğu için annesi temizliğe giden ve evdeki iki kardeşine bakan küçük kadın da emekçidir. Otobüste tacize uğramamak için kendine en uygun yeri arayan kadın da emekçidir. Bu kadınlar, dünya kadınları… Hepsi emekçidir. Herkes bir şeyler için emek verir. Herkesin bir amacı, bir tutkusu ve bir yaşam sebebi vardır. Doğal olarak bugün Kadınların Günüdür. Çünkü emekçi olmayan kadın zaten yoktur. Emekçi Kadınlar Günü hizmet sektöründe olmayan kadınları ötekileştirip, yok sayma kisvesiyle erkekler tarafından uydurulmuş gereksiz bir vurgulamadır. Artık doğrusunu biliyorsun.
Değinmek istediğim bir diğer konu da günü birlik feministler, günü birlik şiddete üzülenler, günü birlik maskeler takıp; ölümlere de, yenilgilere de, şiddetlere ve tecavüzlere de aynı cümlelerle, aynı paylaşımlarla üzülen iki yüzlüler. Evet iki yüzlüler. Bugün 8 Mart ve ben bu örnek üzerinden ilerlemek istiyorum. Facebook’umda en az on erkek Nazım’dan Kadınlarımız şiirini paylaşmasa, en azından sadece bugün paylaşmasa; samimiyetlerine biraz olsun inanabilirdim. Çünkü benimle meydanlarda yürümediler. ‘Erkek şiddet uygular’ dediğimde, ben uygulamıyorum diye savunmaya geçen kişi de flört şiddeti uyguluyordu oysa ki. Ben şiddete karşıyım, kadın hakları varavörö diyen adam, karısının ekonomik özgürlüğü olsun istemiyor. Bunlar hep ironi işte bebeğim.


He bir de göbeğimi hoplata hoplata güldüğüm bir gözlemimi senle paylaşacağım. Şu ünlüleri kılıktan kılığa sokuyorlar ya her 8 Mart’ta. İnan ki bu trajikomik durum karşısında artık üzülemiyorum bile. Gülüyorum yani. Geçen gün Hülya Avşar ve diğer bilumum saçma sapan ünlünün, şiddete uğramış kadınların temsili makyajlarını yaptırıp Mehmet Turgut’a poz verdiğini gördüm. Bugünse dört-beş ünlü erkeğin rujlu, sutyenli, hamile (ne hikmetse kadını sadece bunlar temsil ediyor) şekilde yine Mehmet Turgut’a poz verdiğini fark ettim. Mehmet Turgut bu işle hayatını kurtarmış anlaşılan. Çünkü fotoğrafçılık böyle bir şey değil mi? Yaptığın işin toplumsal veya seksist yönünü düşünmüyorsun, sen sadece para ne kadar ona bakıyorsun Mehmetcim :(

Böyle bir projeye ihtiyaç varsa, insanların yüzüne bir şekilde gerçekleri çarpmak istiyorsa medya, benim bir önerim var. Sadece 8 Mart olmamak koşuluyla; her şiddet uygulayan, karısını-sevgilisini-kız kardeşini öldüren erkeklerin temsili profili oluşturulsun. Ve bu ‘düşünceli’ erkek ünlülerimiz, katillerin ve şiddet yanlısı pisliklerin pozunu versinler. Bak o zaman nasıl etki yaratıyorsun. Bak o zaman bülten bülten, gazete gazete ve twitter, facebook gibi sosyal mecralarda görünmek istemeyen öküzler kadınlara zarar verebiliyor mu. Şiddet oranlarını gel o zaman tartışalım seninle sayın medya.

















Son olarak şu ‘AİLE İÇİ ŞİDDET’ ve bakanlığın isminden ‘KADIN’ı sildiren erkek egolarından bahsetmek istiyorum. Bu erkek güruhu düşünüyor ki; ‘biz sadece evli olan kadınları göstermelik koruyalım, boşandırtmayalım ama sığınma evleri yapalım, onlar da işe yaramasın ama, kullanılmasın, amaç boşandırtma değil daha çok çocuk. Çocuk yapsınlar araları düzelir. Üç tane yapsınlar, beş tane yapsınlar. Yaşasın Türklerin gücü!’


















Bir bakanlığın ismi nasıl ‘aile ve sosyal politikalar bakanlığı’ olur onu da ayrı bir yazımda tartışacağım ama işin şu garip yanına değinmek istiyorum: devlet, şiddeti sadece aile içinde uygulanan bir şey sanıyor arkadaşlar :)))))))) sadece evli kadınlar şiddet görüyor sanılıyor ve sadece o kadınlar için koruma programları var. Şiddetin de sadece fiziksel şiddet yönünden haberdarlar devlet büyüklerimiz. He bir de bu adamların benden en az 20-30 yaş büyük olduklarını unutmayalım :))))))  (KIÇIYLA GÜLDÜ)


Biraz uzun oldu, daha da uzatasım vardı ama bir anda yüklenmek istemedim. Benden sıkıl istemedim sevgili okur. Gel yine burada beraber çay içelim istedim.

Yazımı da güzel bir kadının bugün yazdığı yazısından bir bölümle bitireyim: ‘Dünyadaki bütün kadınların kadınlar günü kutlu olsun. Dünyanın bütün günleri kadınların olsun.’ –ağlayankadın.

26 Şubat 2013 Salı

İsyanın kime?


Oradan oraya ceylan gibi sekerek, uzun bir ara tatili daha geride bırakmış bulunuyorum. Hesapladım da; bir ay içinde yedi kez şehir değiştirince kafalar cayıyormuş tabii. Görüyoruz ki içime Bartınlı da kaçmış.

Açık konuşmak gerekirse; üniversite hayatımın son dönemine bodoslama bir giriş yaptığım şu günlerde, gelecek kaygısıyla götüm tutuştu a dostlar.

Kapalı konuşmak gerekirse gelecek kaygısı yaşıyorum. Ama bence açığı daha içten. Çünkü açık söylemek gerekirse; çay.

Son kez ders seçimi yapıp, onaylama tuşuna basınca bir hüzün kapladı içimi. NE YANİ BU MUYDU? Ulan hiçbir şey yapmadık ki. Daha dün gelmiştik rektör teyze, bir ses ver dekan amca, canını yiyim bırakma beni doç. dr. Osman abi.

Şaka bir yana pek de istemediğim bir gelecek için, sırf bende emeği geçen insanlara ayıp olmasın diye, çoktan siktiri çektiğim bir sistemin peşinden koşuyorum. Bugün yds’nin peşinden koştum mesela. Hiç demedi ki, biraz yavaşlayayım gençler bana yetişsin. Bak bu gençler baba parası yiyen, şirketleri elinin tersiyle iten zengin züppelerden de değil üstelik. Biraz yavaş gideyim de şu gençler, dönüp sana cevap bile veremeyen göbekli müdürlerin yerine geçsin. Büyük adamlar yerine büyük insanlar yetişsin artık. Her yer ‘adam’ dolmasın, sırf erkek oldukları için unvan alan godomanlar azalarak bitsin. Zeki insanlar konuşsun biraz da.

Yok şu an götünü döndü yds bana. Dinlemiyor.



Neyse gideyim de gelecekte bana hiçbir katkıda bulunmayacak olan, zerre kadar haz almadığım tezime devam edeyim.

Çünkü isyanın kime? Keke. Ne biçim kek bu.

dinlemeden ölme.

2 Şubat 2013 Cumartesi

Çünkü dudak kenarı, öpülmek için vardır.


Hello Malatya. Dünya üzerinde dudak kenarının değerini bilen kaç insana rastlarsın bilinmez. Ama rastlarsan tadını çıkarmanı öneririm. Çünkü onun varlığı geçirdiğin gribi bile güzelleştirebiliyor. Ki bence çorbadan daha etkili.

Çok sevdiğim dostlarımdan bir kaçının bile beni yargıladığı şu günlerde, hayatın lisedeki ‘kankilop, hacıtasyon’ muhabbetinden ibaret olmadığını anladım. Çok sevdiğin insanlar bir seçim yapıyor, o seçim seni etkiliyor. Seni etkileyen seçim, çevrendekileri de etkiliyor. Bu kombinasyona göre; çok sevdiğin biri bir seçim yaptığında, hiç tanımadığın insanların olaylara uzaktan ahmakça yorumlarda bulunduğunu görüyorsun.

Halbuki öyle olmamıştı o. Ben kimi seversem seveyim yargılamadan bağrıma basmıştım. O insanın ailesi, arkadaşları, yaşam tarzı beni ilgilendirir miydi? Nö.

Sandım ki beni sevenler için de bu böyle olacak.

Olmadı.

Hiç beklemediğin insanlardan kırıcı cümleler işitince, neticeni buzlu suya daldırmış gibi oluyorsun. Netice lafına da her defasında çok gülüyorum. Halbuki göt desem öyle bir etki yaratmayacaktı...

İşte ben bunları yaşarken – bunlardan sana neyse- yargılamadan yanımda dimdik duran bir adam olması o kadar sakinleştirdi ki beni. Sorsam o bile farkında değildir. Çünkü olayların doğal bir şekilde gelişmesi böyle bir şeymiş. Yaşamaya yaşamaya unutmuşum. Zorunluluktan değil de, içten geldiği için yapılan şeyler her zaman daha iyi sonuç vermez mi zaten? Mesela benim severek yaptığım tüm pilavlar çok lezzetli olur. Merhaba ben hamarat geçinengillerden Hazal.

Konuya nereden girip, nereden çıktığıma bakarsak takip mekanizmanı kırdığımı söyleyebilirim. Fundamentals’e 3 kere gitmeyecektim. 3 çok oldu ya.

Ama önemli olan dudağın kenarındaki çukurdu. Neyi kastettiğimi çok iyi biliyorsun. O yüzden mikail yamaşito kombamba kombamba.

17 Ocak 2013 Perşembe

Ölümler çıplak gelir.


bir gün ben öldüğümde arkamdan 'oh iyi olmuş gebersin it' denmez umarım.iyi biri olmaktan ziyade, insan olduğum için yani. hani ben de insanım ya. belki benim de çocuklarım olur da, gönüllerde yer ederim diye.

umarım iyi biri olurum ve kimi sevdiğimi, kimlere inandığımı ve ne uğruna savaş verdiğimi unutmam.

düş sokağı diyor ya ‘ölümler çıplak gelir…’

düşününce ne kadar anlamlı aslında.

fark ettin mi?

*