İş hayatına atılmış bir genç kadın olarak -tam büyümemiş bir
yetişkin de denebilir- kaleme aldığım ilk yazımdan herkeslere merhaba.
Ne yapacağımı bilemez halde, giysilerime korkuyla bakarak iş
görüşmesine gidiyorum. Patronumla bir buçuk saat süren bir görüşme sonucunda
işe alınıyorum. Hatta ‘o maaş bana yetmez ben şu kadar istiyorum’ diye fikir
bile beyan ediyorum. Eylül’de gel başla diyor. Başlıyorum.
Başladım. Tam 22 yaş 10 aylıkken bir işim oldu. Mezun
olduktan tam tamına 2 ay sonrası yani.
Beni tanıyan üç beş insanın bileceği ve senin de beş saniye içinde öğreneceğin üzere, iş hayatından her zaman korkan bir yapım olmuştur. Çünkü keyif düşkünü, boş oturmaya bayılan biriyim çocukluğumdan beri. Okula bile gitmezdim doğru dürüst. Şimdi sabahın 6.30’larında kalkıp işe nasıl gidecektim?
Dolayısıyla gergindim. İş yerim Kadıköy’deydi, ben
Bakırköy’de. Ayrı köylerin insanıydık yani. Annemin bana hayatım boyunca yer
yer hatırlatmasıyla: hiçbir şey çabalamadan elde edilemiyordu. Azmetmek
başarmanın yarısıysa, ben azmediyordum.
Bir çok yaşıtım tatiline devam etti. Bir çok yaşıtım ne
yaptığımla ilgilenmedi. Bir çok yaşıtıma göre gayet sıradan bir şey yapıyordum.
Bir çok yaşıtıma göre çalışmak için daha çok erkendi, yeni mezun olmuştum. Bir
çok yaşıtım genelde okuduğu bölümle ilgili işlere yöneliyordu. Ben toplum
diliyle ‘reklamcı’ olacaktım.
Ne iş yaparsan yap tecrübe ve cesaret önemlidir. Ben bir
haftada işimi bu kadar çok sevmemin nedeninin cesaretim olduğunu düşünüyorum.
İyi ki tatilimi yarıda kesip, koca popomu kaldırarak Bartın’dan o iş
görüşmesine gitmişim. Bu cesaretim ve konuya ilgim sebebiyle altı ay içinde
yükselip, zam alacağımı söyleyen, iyi bir patronum var. Sağ olsun var olsun a
dostlar.
Öss sonuçları açıklandığında; Arkeoloji bölümüne bir çok
insanın aksine, cidden isteyerek gitmiştim. Ama sevemedim. Hiç sevemedim. Hatta
nefret ettim. Kendimi arkeolog olarak tanımlamak istemedim. Hayatım boyunca
sevmediğim bir işi, herkesin ameleymişiz gibi baktığı, hele ki Türkiye’de
şartların ne kadar zor olduğunu bilerek yapmak istemedim. Zaten kendimi ifade
edebileceğim bir bölüm de değildi. Bu yüzden ikinci üniversite olarak
Sosyoloji’yi tercih ettim. Bol bol okuyordun, yorum yapabiliyordun, seçtiğin alana
göre psikoloji bile içeriyordu. Tam bana göreydi. Bu işi almama da müthiş bir
katkısı oldu. O yüzden tişikkirler aöf.
Gelelim yazının başlığına. Öncelikler. Kişiye göre, konuma
göre, ruh haline bile göre değişebilen önceliklerimiz. Yeni başlangıç yaptığım,
yeni insanlar tanıdığım, eskileriyle kırgınlık yaşadığım bir dönemde
önceliklerin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım. Bir nevi geleceğe yatırımmış
aslında öncelik. Önce neyi seçtiğin, önce neyi yaşayacağınla doğru orantılı
olduğundan; bazen insanların bencillik yapabildiğini gördüm. Kırıldım.
Onarılması güç bir şekilde kırıldım. Ama önüme bakmalıydım, işe yaramazlığı
kanıtlanmış bir kişi yüzünden, tüm güzel şeyleri çöpe atamazdım. Önüme baktım.
Benim önceliğim de iş oldu böylelikle. İşimde yükselip, başarılı bir iş kadını
olmak oldu. Hem belki kitap da yazardım kim bilir? Her gün deniz otobüsünde
karşılaştığım insanlarla dost olabilirdim. Onlar da sabah 6.30’da
kalkıyorlardı. Kesin beni anlarlardı.
Çalışmak yorucu. Ama maaş olayı tatlış bence. Her zaman
hayalimdi kendi ayakları üstünde duran, bağımsız bir kadın olmak. Bu adımı
attığım için çok huzurluyum. Büyümemde emeği geçen kimsenin gözü arkada
kalmayacak böylelikle.
Hepinizi seviyorum goçlar.
Not: allaaaam sen gıcır gıcır takım elbiseler giyip, dimdik
işine yürüyen güzel adamları koru yarebbim. Ameno.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder