her şey ben bebekken hiç susmuyorum diye, babamın emziğimi viskiye batırmasıyla başladı.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Kasım 2013 Cumartesi

Fakat büyüdük.

Aslında üniversiteye başlarken, ilk stajımı yaparken ya da üniversite biterken büyüdüğümü sanıyordum. Her seferinde ‘hayır lan şu an büyüdüm asıl’ diye kendimi telkin eder, büyümeyi bir marifet sanırdım. Bazen cidden geri zekalı oluyorum.


Bir yerden sonra ‘hayır ya o kadar da büyümedik’ kafasına erişmiştim aslında. Yaşıtlarım askere gidiyordu, evleniyordu. İlkokul arkadaşımın doğurduğunu bile öğrenmiştim. Ama son özgür yaz’ımdı. Güneş, deniz ve sarhoşluk vardı. Dostlar vardı. Büyümek cazip değildi.

Neticede hayatın getirisi, insanların normal olmamı beklemesi gibi bir dolu benzer sebepten ötürü gerçeklerle yüzleşmiştim.



Hayatımda yaşadığım hiçbir şey, iş hayatı kadar dengesizlik ve sonsuz gariplik içermemişti.

Ve bana göre iş hayatı kadar sallantılı ve stresli tek şey lunapark gondollarıydı.

Evet belli bir yaşıma kadar ‘bir kadın’ olarak, ayrıma karşı durma düşüncesini benimsemiş, bayan kelimesini kullananları elimden geldiğince uyarmış, pozitif ayrımcılıkla ilgili kitaplar okumuş, annemin ağzından seminerler dinlemiştim. Ama…

İş hayatında bunun savaşını canla başla vereceğimi hiç düşünmemiştim.

Bir tür kabulleniş yazısı bu aslında. Kabul ettim de boyun eğmiyorum diyelim.

Çabalıyorum.

Kazanıyorum da aslında ama tüketiyor. İnsanın enerjisini tüketiyor. Asıl yapman gereken şeylere ise enerjin kalmıyor. Sırf ‘kadın’ olduğun için iki kat daha fazla mücadele veriyorsun. Çünkü iş hayatına erkekler hakim. Çünkü sadece cinsiyetin bile bir konu için belirleyici olabiliyor bazı bazı.



Sıcak sıcak, taze taze bir örnek vermek gerekirse:
Kendi iş yerimde sırf hem yaşım küçük hem de kadın olduğum için bulaşıklarını yıkamamı isteyen bir adam var. Ben haftalardır bunun savaşını vermekteyim mesela.

Bu adam benim birimimde değil ve elli iki yaşında.

Bu adam bir amca.

Bu adam görüntü yönetmeni ve bir çoklar tarafından ‘kreatif’ olarak adlandırılan bir aciz aslında. Benden önceki sesini çıkaramayan kadınlara istediğini yaptırmış, sıra bana gelince duvara toslamış biri.

Yılmadım. Kadınlar hizmetçi değildir çünkü. Meslekleri cinsiyetlendirmek bana göre saçmadır. Herkese göre saçma olmalıdır. Ben toplumsal rollerinden vazgeçmiş biri olarak, özgür bir insan olarak, yaşıyorum. Bunu çevreme yaymaktan da gocunmuyorum. Dünyaları yakarım, kalp kırarım ama asla kendimden ödün vermem.



Neticede bu savaşı kazandım.
Büyük bir ailevi kriz yaşadığım halde, ailemdeki çok önemsediğim birinin yaşadığı haksızlığa içimin acıdığı günlerde bile beni köşelere çekerek sözle taciz eden bu adamı yendim. Her defasında daha da güçlenerek. En güçsüz halimde bile karşısında sağlam durarak. Gücüm bitse bile bunu sadece lavabo aynasında kendime göstererek. Belki biraz da telefonun diğer ucundaki anneme.

Ama ben kazandım. Ve artık kendi bulaşıklarını yıkıyor. Demek ki yıkayabiliyormuş. Demek ki bir şeyleri yalnızca ‘kadın işi’ olarak görmek körpe cahillikmiş.

Konu aslında bulaşık değildi anlatabiliyor muyum?

Konu hiçbir zaman bulaşık olmadı.

Konu hiçbir kadın için bulaşık olmamıştır şimdiye kadar.

Neticede bocalarsın, karnına ağrılar girer. Çözmek için zekice davranmak ve güçlü olmak gerekir. Ağlarsan yatağında ağlarsın ama orada sağlam durursun. Sağlam durmak zorundasın.

Büyüdük ama bunu hiç hayal etmedik. İstediğin çoğu şeye zamanının kalmıyor oluşu cidden garip ama alışılıyor. Mesela duş almaya üşendiğim zamanlar için günde en fazla bir kez pişmanlık duyuyorum artık.

Ve aslında oje sürmek büyük bir lüksmüş onu fark ediyorum.

Ne çok zamanım varmış ki tırnaklarıma Pikaçu desenleri yapıyormuşum lan.

Hey gidi günler.


p.s: yazının sonunda içime kaçan babaanneyi görmezden gelir misin? Tşk.





2 Kasım 2013 Cumartesi

Merhaba, göz kalemim aktığında pandaya benzerim ben.

Bugün metrobüs kapısına sıkıştığımda, hayatı sorgulamaya başladım.

İstanbul gerçekten ilginç bir şehir. Önümdeki adamın ensesinden başka hiçbir şey göremezken bunları düşünüyordum. Çok sevdiğin dostlar başka bir şehirde. O şehir küçük, yapılacaklar küçük, sokaklar küçük ama insanlar büyük. İnsanların kalpleri kocaman.

Burada ise önümdeki adamın ensesini izliyordum. Bir insanın ensesini izlemeye değecek miydi?

Bunları sorgularken durağa gelmiştik. Kapıya en yakın kişi bendim. Kapı açılınca, kapıyla tutunacak demirler arasına sıkıştım. Gerçekten ilginç anlardı.

Komikti.

Ama trajikti. Enseli adam çoktan gitmişti. En yakın dostum da yarın gidiyordu. Bu nasıl bir hayattı?

Sonra koştum. Adamı ensesinden tanıdım. Onu geçtim. Minibüse binip eve geldim.

İstanbul böyle bir yerdi.

Çalışırdın, dostlar gelirdi ama hemen giderdi, yollarda enselere bakardın.

Siyah göz kalemin aktığında, gözlerin iki siyah panda gözü gibi gözükürdü. Ve sen böyle bir yazı yazmaya ihtiyaç duyabilirdin.

Belki de böyle bir yazı okumak isterdin.

Sonuçta ne diyordu Mori: ‘varlığından hoşnut bir kertenkeleyle yarıştasın!’


İşte tam da İstanbul.