her şey ben bebekken hiç susmuyorum diye, babamın emziğimi viskiye batırmasıyla başladı.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

2 Kasım 2014 Pazar

Bok olma hali

Kendimden şüphe ediyorum. Yüreğine dokunan bir müzik duyduğunda o hissi tarif edemezsin ya... Sanki içinde çalıyordur, içine çalıyorlardır sanki. O kadar gerçek, biraz da kırıcı.

Bu sınırlar bana göre değil. Bu dil benim değil. Bu insanlar salak. Bu kadar keskin ve bu kadar gerçek.

Yüzleşelim.

Sanki yanlış yerdeyim gibi. Ruhum taşacak gibi. Ruhum bu dünyaya büyükmüş sanki. Hani met üst diyor ya ‘kazara yarılsa bir yerim, ruhum kaçacak diye ürperiyorum…’

Ben de ürperiyorum. Bu ürperti bir şeyler gördükçe daha da artıyor. Kendine saygısı olmayan kadınlar ve kadına saygısı olmayan adamlar. Üşüyen bir kedi ya da. Çabalayan bir anne. Artık sana dokunan neyse. Onun gibi.

Kendimizi çok güzel kandırıyoruz. Dünyanın en gerizekalı patronlarıyla çalışırken, 40 yıl sonra rahat etmek için şu anı heba ediyoruz. Aslında yapmak istediklerimizi yapmayarak, başkalarının götünü topluyoruz. Başkalarının bokunda boğuluyoruz. İstekler ve arzular çok yüzeysel bir hal alıyor. Beynimizi uyuşturuyoruz, bedenimizi uyuşturuyoruz. Git gide salaklaşıyoruz.

Müthiş bir yok olma hali yaşıyoruz. Şehirler büyüdükçe, insanlar çoğaldıkça daha çok yok oluyoruz.

Ve sonra bütün bunların farkında olduğumuz için dışlanıyoruz.


Sen dünyanın en farkında dışkısısın. Tebrikler.


15 Haziran 2014 Pazar

9 aylık

9 ayda bir bebek dünyaya gelebilir ve yetişkin bir Hazal iş dünyasının ne denli boktan bir şey olduğunu anlayabilir.

9 ayda genç yaşta yaşam enerjini yitirebilirsin. Bir ege kasabasına yerleşip bahçede domates yetiştirmek oldukça cazip gelebilir. Oysa emekliliğine daha 42 yıl vardır...

Konu dönüp dolaşıp sisteme geliyor, sistem dönüp dolaşıp bize giriyor arkadaşlar.



Bir Pazar akşamı sıcak bir fincan çay eşliğinde, yarın işe değil de doktora gidecek olmama sevinebiliyorum. Yaz sıcağında çay içebiliyorum. Bütün bunlar yüzünden de çoğunlukla kendime acıyorum.

Kendi yazılarımdan korktuğum için yazı yazmakla da yüzleşemiyorum. Kuracağım cümlelerden korkuyorum. Kendime itiraf edemeyeceğim şeyleri parmak uçlarım haykıracak ve ben üzüleceğim sanki. Darmadağın olacağım. Yeterince dağınık değilmişim gibi.



Doğru düzgün blog bile yazamazken oturup kitap yazma hayalleri kuruyorum. Ve kitaplarımla insanları toplu intihara sürüklemekten korkuyorum. İstenmeyen farkındalıklara sahip olma ve bu farkındalıkları insanlara fark ettirme gibi sinir bozucu bir huyum var. Gıcığım ve etrafımdakileri gıcık edebiliyorum. Yıllardır BAYAN DEĞİL KADIN! dedirtme çabalarımın kitaba dönüştüğünü düşünsene.

Muhtemelen 3. sayfadan sonra erkek güruhunun bir kısmı kitabımı bir köşeye fırlatacaktır. Bazı kadınlar aslında nasıl bir hayat yaşadıkları gerçeğiyle yüzleşecektir. Ve tüm normal insanlar gibi bundan hoşlanmayacaklardır. Çünkü biz insanlar gerçekleri duymaktan hoşlanmıyoruz.

İş hayatının ne kadar boktan olduğu gerçeğini ancak 9 ay sonra kabullenebildim. Ve insan olduğumuz için, devlet sınırlarımız ve mülkiyet kavramımız olduğu için ve giysiler giymek zorunda olduğumuz için.. ve her gün simit dışında da bir şeyler yemek adına, var olma inancıyla çalışmak gerekiyor. Bu o kadar saçma geliyor ki, kelimelere dökemiyorum. Anlamsızlığı sana aktaramıyorum, bir ömür boyunca verdiğin emeğin ne gibi bir karşılığı olabilir? Bir apartman dairesi mi? Bir araba? Evlilik?



İş yerinde yaşadığım hiçbir saniyenin geri alınamayacağı, bir daha asla bu kadar genç olamayacağım, bir daha asla 23 yaşıma geri dönemeyeceğim gerçeğiyle, her gün yataktan kalkıp işime gidiyorum.

Ben buhranlanmayayım da kimler buhranlansın?



24 Mayıs 2014 Cumartesi

Çok alıyorlardı fakat

Çok veriyorduk ama aslında hiç vermiyorduk. Müthiş bir yalanın içinde avunuyorduk. Bir girdabın içinde aynı hızda dönüyorduk.
Ölmüyorduk.
Ama yaşamıyorduk da.

Başa dönüyorduk, sona geliyorduk. Kısır döngülerden kekremsi bir tat alıyorduk.

Mutlu gibiydik. Yalnız gibiydik. Az gibiydik. Çoğu zaman da bok gibiydik.

Herkesten itiliyor, her el uzatana çekiliyorduk.

Bize göre olmayan adamlara kapılıyor, karanlık sularında yüzüyorduk. Kendimizi kandırmaktan korkunç bir zevk alıyorduk.

Bir çıkış yoluydu çünkü… Olmayan şeyleri var gibi göstermek güçlü hissettiriyordu. Ama aynı zamanda suçlu hissettiriyordu.

Paran oluyordu, paran bitiyordu. Her ne olursa olsun başkası için çalışıyordun. Her ne olursa olsun hizmet ediyordun.

Bazen tüm hıncını naylon torbalara kusmak istiyordun. Tüm sokakları hınçla doldurmak istiyordun. Hıncını alamıyordun.

İçine atıyordun. İçin almıyordu. İçin taşıyordu…


Biraz özgürlük için.












18 Mayıs 2014 Pazar

Soma



Toprak altına gömseniz de, her gün daha fazla gaza boğsanız da, coplarınızla belimize belimize vursanız da…

Bitmeyecek bir kavgamız var bizim.

Tükenmeyecek dayanışmamız var. 

Kalbimiz var. 

Bizim içimizde çiçekler açar. Bizim gönlümüzde şarkılar çalar.


Bundandır geride kalanları unutmayışımız.








31 Mart 2014 Pazartesi

Elektrik vs. Tutanak.

Sevgili ponçikler. Seçim sonuçlarına çok şaşırmasam bile en az sizin kadar sinirli ve endişeli olduğumu bilmenizi isterim.

Ama herkesin yol almak için kabul etmesi gereken şeyler de olduğunu düşünüyorum. İnkar, mantıklı bir politika değil. Muhalefet partilerinin her şeyi hunharca inkar etmesi şimdiye kadar ki en hatalı politika şekli olmuştur.

Sosyal medyaya yansıyan tüm elektrik kesintisi, pusula yakılması ve binlerce tutanak tutulması olaylarını okudum. Okumaya da devam ediyorum. Fakat tek sorun, yapılmaya çalışılan hileymiş gibi davranmak aptallıktan başka bir şey değildir. Bir parti hileye de başvursa azımsanmayacak kadar destekçisi olduğu unutulmamalıdır.

Başlangıç olarak yapılması gereken ilk şey, muhalefet partilerinin genel başkanlarının istifa etmesi, yerlerine daha genç, strateji sahibi ve açık fikirli insanların gelmesidir. Yeni bir şey istiyorsak bunu eskilerle yapmak bana göre yerinde saymaktır.

Eskilerin kazandırdığı hiçbir şey olmadığı gibi, Türkiye siyasetine kattıkları herhangi bir şey olduğunu da düşünmüyorum. 

Bu son cümleden sonra birkaçınız bana kızabilir. Ama üç derin nefes alıp şöyle bir yakın tarih incelemesi yaparsan, geleceğin için daha sağlıklı düşünürsün. Bu erkek güruhunun bize kattığı hiçbir şey yok.

Şimdiye kadar sunulan fikirler, seçilen yollar ve projeler bir etki yaratmadığı için olayı ‘yalnızca’ oy sayımlarına indirgemek çocukluktur. Muhalefetten kim konuşsa ayaklarını yere vuran 6 yaşında bir bebek görüyorum karşımda sanki.

Yapmayınız etmeyiniz. 

Meydanları gençlere ve sizden daha cesurlara bırakmanın zamanı geldi de geçiyor. Sadece bu seçimlere bakarak bile bir çıkarım yapmak çok kolay: Bir teyzeye ‘Hoyumu Sarıgül’e veriyorum!’ dedirtmek pek de yeterli olmadı…



Yav çıkıp de ki; politikalar işe yaramadı. Biz kaybettik de. Daha iyi neler yapabiliriz görmek istiyoruz, daha güçlü ve daha dik şekilde geleceğiz de. Bir kez olsun farklı bir cümle kur ya. Bir kez olsun kompleks yapma ve yeni bir şeyler söyle.

Ama yok…

Kişiler ve partiler değil, halk bilincidir önemli olan. O bilinci ne kadar köreltirsen sonuç da bir o kadar vahim olur. Bu seçimlerde tek bir parti bile halkı bilinçlendirme adına etkili bir kampanya yürütememiştir. Çünkü gördük ki sandık koruma, oyları takibe alma, sandık görevlilerini kontrol etme ve tutanak tutturma gibi yeni öğrenilen demokratik davranışlar bile bazı şeylerin önüne geçememiştir. Bizler bu alışkanlıklardan önce de aynı sonuçla karşılaşıyorduk, şimdi daha beteriyle karşı karşıyayız. 

Demek ki bir şeyler farklı usta. İş oy sayımında bitmiyor. İş oy verende bitiyor.

Arrivederci. 


2 Mart 2014 Pazar

Yalnızlıktan mehleşmiş erkek modeli.

Bugünkü yazımda yaşlandıkça daha sık karşılaştığım, şiir okudukça mehleşen, mehleşmeye asla doymayan, mehleşmeyle yalnız kalmanın aslında bir kısır döngü olduğunu fark edemeyen, fark etse bile üşengeç götünü bir türlü kaldıramayan erkek türünü işlemeye karar verdim.

Şimdi diyeceksin ki mehleşmek ne demek. Çok güzel özetleyeceğim ve hemen he o mu ya tamam diyeceksin. Mehleşen erkekler hayatta yalnız kalmayı acıyla karışık bir zevk haline getirmiş, okuduğu kitaplardan dinlediği müziklere kadar ‘farklı’, ‘cool’, ‘anlaşılmaz’ olmayı tercih etmiş, sürekli ‘kahretsin hiçbir kadın mutlu edemiyor beni, acılıyım, yalnızlığımla bir başınayım, anlatmak istediklerimi asla anlayamazsınız’ şeklinde depresif  cümleler kuran, genellikle Bukowski’li takılan bir erkek türüdür. Mehlemek deyimini de bu türe çok yakıştırmaktayım. Çünkü bu tipleri arkadaşlarımın hayatında, kendi hayatımda ya da televizyonda gördüğümde içimden onları ‘meeeeh çok havalıyım, meeh beni anlayamazsın bebeğim, meeeeeeh yalnızlığımmmm!’ şeklinde seslendiriyorum. Yani dublaj tamamen bana ait.

                                                                          :(

Biraz olsun kafanda netleşti.

Aslında acıdığım halde bir yandan komik de buluyorum. Bir çift meme gördüğünde ruh hali inanılmaz bir hızla değişen ve yalnız kalmak istediğini unutan, bir nevi kendiyle çelişen bir mekanizma. Sana mantıklı geliyor mu?

Bir nevi mekanizma dedim çünkü öyle. ‘Aslında kendimi korumak için böyleyim, üzülmekten ve terk edilmekten korkuyorum, cinsel yetersizliğimle alay konusu olmak istemiyorum’ demek yerine ‘Meeeh ben düzenli ilişki adamı değilim bebeğim, o kadın çekip gitti ve meeehleştim ve Bukowski’nin göt göt meme meme göt adlı şiiriyle ve şarap şişemle yaşıyorum.’ diyerek bir savunma duvarı örüyor çevresine.

O kadar içimi bayıyor ki. Cidden sıkılıyorum lan. Ne sıkıcı adamlarsınız. Bir de mutlaka sanatın güzide kollarından biriyle uğraşıyor oluyorsunuz. Beceremeyip iyice asabımı bozuyorsunuz. Yapmayın etmeyin. Özel olacağım derken genel ve tek tip oluyorsunuz.

Tatlış, sevecen ve komişli beylerin üstüne alınmadığını bilerek yazıyorum bu yazıyı ve keşke o adamların tırnağı kadar olabilseniz diyorum. He unutmadan hatırlatayım: Tek gecelik aşk değil sekstir o. Aşk olsa duramazsınız çünkü.




10 Şubat 2014 Pazartesi

Bu bir nefret söylemidir.

Bir tür düşünün. Bu türün ‘belli bir kısmının’ var oluş nedeni sadece kendi üstünlüğünü kanıtlamak olsun. Bu türün kasıklarına bir çubuk ekleyelim ve bu ‘belli kısım’ ona uygun gelen her deliğe bu çubuğu sokmaya çalışarak idini ve egosunu tatmin etsin.

Çünkü azınlıkları bir kenara ayırırsak, dünya üzerindeki en önemli şey onun zevk alması.

Bu yüzden kadınları feda edebiliriz mesela. Zaten etek metek giyiyorlar belli ki onlar da istiyor.  Aranmasalar gece dışarı çıkarlar mıydı? Çünkü dişi kuyruk sallamazsa…… ooo kuyruk. Hmmm. Madem kuyruk dedik hayvanlarda da kuyruk var. Ve bu hayvanlar bir şekilde bu türe çekici geliyor olmalı. Hayvanları arzulayan bir tür.  Hem hayvanlar bağırıp yardım isteyemez. Sonrasında olayı anlatamazlar. Hayvanlar da senin zevkin için oradalar. Acıdan ve travmadan gözlerinden akan yaşa aldırma.

Önemli olan senin çubuğun.

Çubuk uğruna çocuklar, kadınlar, hayvanlar feda edilmeli. Feda edilmeli ki sen üstünlüğünü kanıtla. En güçlü sen ol. Her sabah işe giderken gördüğüm, yola balgam çıkaran adam ol. Ben ters ters bakınca da üstüme yürü, bakışlarınla tehdit et. Benim iğrenme hakkım yok. Senin sokaklara tükürme hakkın var.

Her sabah geçtiğim üst geçide işe mesela. Ürik asit kokuları eşliğinde güzel günlerimiz olsun. İşe çünkü çubuğun var. Portatif. Kullan onu. Uluorta kullan.

Ya da sen sadece hava atmak uğruna bir hayvanın bağırsaklarını deş. Bunu zevkle izle, izlettir. Çünkü başta dediğim gibi sen üstünsün. Senin kasların gelişmiş.

Fizyolojik ya da duygusal yapıyı geç. İnsanı insan olduğu için değerlendirmek istemek bir tür ütopyadır günümüzde. Alışılagelmiş, kalıplaşmış tarihsel sıçıntılarını sun bana. De ki; mağarada eti erkek getirirdi. Erkek dışarıdaydı. Erkek at üstünde savaştı de. Kadınlar yapıları gereği daha nezih, daha duygusal, daha sakin de. Bunları derken dünyanın herhangi bir yerinde senin götünü tekmeleyecek bir kadın bile yokmuş gibi konuş.

Senin fizyolojik araştırman tüm erkekleri kapsasın. Senin mantığına göre tüm erkekler güçlü ve sert, tüm kadınlar güçsüz ve duygusal olsun. Çünkü dünya üzerinde duygusal erkek olmadığı gibi sert kadın da yoktur.Yoktur değil mi?

Erkek ettir. Kadın bitkidir de. Bağırarak söyle bunu.  Bana bağır çünkü ben bir tek o dilden anlıyorum. Oturup konuşamıyorum huyum değil. Ez beni, gerekirse bir tokatla ne kadar haklı olduğunu göster.


Sen muhteşem bir yaratıksın.

3 Ocak 2014 Cuma

Ben bu yazıyı ofiste yazdım. Ama senin için yazmadım. Sen kendini biliyorsun.

Şöyle ki; zübülüşko bir 2013’ü geride bırakırken, horoloy bir 2014 bekliyorum gibi cümleler kurmayacağım. Zaten hiçbir zaman kurmadım.

Dürüst olmak gerekirse, hayatı senelere bölmek de garip, güneş sistemi şey oldu diye götü başı dağıtmak da…

He biz de zamanında dağıtmadık mı? ACAYİP.

Fakat artık hallerim mi geldi ne olduysa ben artık ben değilim sanki. AÇKEN SEN, SEN DEĞİ-

Neyse sonuç olarak 2013, İzmit’teki dönemimin son yılı, gezi parkı direnişimiz, üniversiteden mezun oluşum, son özgür yazım, ilk işim, ilk maaşım, haksızlığa uğrayan dayım ve daha nice şeylerle doluydu. 


Geçen yılki güneş etrafı turumuzda bunları yaşadım.

Şimdi yeni bir tura başlıyoruz. Bu turda terfi aldığımı görüyoruz... 2014 anılarım bu kadar. 

Kısa ve öz.

Asıl bahsetmek istediklerim daha derin.

Bu boktan ülkede, maaşımı koyacak bir ayakkabı kutum bile yokken (genelde sonuna kadar harcıyoruz biz), Berkin hala uyurken, sanki Türkiye asırlardır çok süper bir ülkeymiş de yeni bozulmuş gibi davranan milliyetçilerle, her şey daha iyiye gidiyormuş gibi düşünen körpe cahillerin arasına sıkışmış bir vaziyetteyiz. 

Çok yanlış topraklarda doğup, yanlış insanlarla uğraşan azınlıklarız. Bırak toprağı, sevecek doğru düzgün bir aşkımız bile yokken, tek başına bir şeylerin mücadelesini vermek zorundayız. 

Cehalet mutluluk. Fevkalade. Yaşadığım her anıda, okuduğum her haberde, tecavüze uğrayan her kadında, incitilen her hayvanda biraz daha mutsuz hissetmemin sebebi ondandır belki de. Geri alamıyoruz.

Ölen gençleri, beyin yıkayan din hocalarını, ülkeyi soyan erk güruhunu geri alamıyoruz.

Geri saramıyoruz.

Bunun yerine şişme Noel Babayı sünnet edip-bıçaklayan, sonra da kefen giyen hanzolarla aynı sosyal kategori içinde, aynı tuvaletlere sıçarak, aynı çaydan içerek, aynı otobüse binerek yaşıyoruz.

Bütün bunlar olurken sanki sınırlar ve devletler süper marifetmiş, savaşlar gerekliymiş, ‘benim toprağıma bastığın an yersin mayını’ kafası harikaymış gibi; diğer topraklardan insanlar dünya haritası çizerken Türkiye’yi unutmuşlar diye dizlerimizi dövüyoruz.

İşte bunlar hep kompleks. Hayatım boyunca kompleksli çok insan çektim. Nerede görsem tanırım. 

Üç kuruş kazanacaksın diye sevdiklerinden uzakta, belki de her gün trafik çekerek, dostlarını deli gibi özleyerek, sanatı ve edebiyatı ihmal ederek yaşıyorsun. Yaşıyoruz.

Günün sonunda, son model TIRlarıyla yanına yanaşıp, cebinden çaldıkları milyon dolarlarla denize sıfır yalı alıyorlar. Sen de ağzın açık izliyorsun.

Geçmiş olsun.